Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

17 Aralık 2014 Çarşamba

Kış Uykusu/ Nuri Bilge Ceylan


     Bu film hakkında, bilerek, insanların yorumları ve ödül alması dışında hiç bir  bilgiye ulaşmadım, aksine çıkan eleştirilerden bilhassa uzak durdum. Lakin izleyenlere sormadan edemedim, çünkü, filmi izledikten sonra öncesinde dinlediğim o yorumlar, insanları değerlendirmek, kavramak, anlamak adına iyi bir veri tabanı oluşturur ve ben bu puştluğu sıklıkla yaparım. Böyle yankı bırakan ve üzerinde çok konuşulan yapıtlara önyargısız yanaşmak ve bende bıraktığı ham duyguya erişmek istediğim için, bu bilgileri bir yere depolar ve çoğu zaman içinde yaşadığım toplum adına referans noktaları oluşturmak için kullanırım. Mesela bundan iki yıl sonra bi yerlerde kahve içip, alakasız bir konuyu tartıştığımızda, bu bilgi kendiliğinden önbelleğe geliverir. Faydalıdır, daha az yorulursunuz aklınızda bulunsun.
    
     Neyse, konumuza dönelim: Filmle ilgili bilgi edinmediğimden hayranlıkla takip ettiğim senaryonun, filmin sonunda Çehov hikayelerinden esinlendiğini görmek, Nuri Bilge ve Ebru Ceylan'ı alnından öpmek arzumu biraz söndürdü açıkçası. Ancak uzun uzadıya düşünülürse yine de derli topluluğu, sadeliği ile iyi bir esinlenme, derleme olduğu söylenebilir. Şu bir gerçek ki, metafizikle ve psikolojiyle yakından ilgilenen insanlar bunlar: İnsanı, onun durumlarını okumayı çok iyi öğrendikleri açık. Yoksa Çehov'dan her esinlenen yardırırdı, di mi ama. Film sözü edildiği kadar iyi bir film mi, bilemem. Onu uzmanlara bırakıyorum, yani Türk Halkına :)  Ancak senaryo gerçekten övgüye değer. Ve sanki sinemadan çok tiyatroya yaraşırmış gibi de bir izlenim bıraktı bende. Film, insan psikolojisi, ontoloji ve felsefeye ilgi duyanlar için durum komedileri üzerinden insanın trajedisini anlatıyor. Bu konulara yabancı olanlar içinse ne anlatıyor, bilemedim. İdealin gerçeğe yenilmesi ve gerçeğin ideale yenilmesi birlikteliğinden çıkan traji- komik şablonların bir kaç insan üzerinden sade anlatımı kimin ne kadar ilgisini çeker, bundan kim haz alır, kim sıkılır tahmin yürütebilirim elbet. Bu sebeple Nuri Bilge'nin filmini sinema üzerinden eleştirmek yerine seyirci, yani filmi hayata geçiren dinamik üzerinden değerlendirmek isterim. 
 1- Diyaloglar çok uzun ama film güzelciler: 
Filmde diyalogların uzunluğunun sebebi kimsenin kimseyi dinlemiyor, hep anlatmak istiyor oluşu. Dolayısı ile diyaloglar üzerinden yapılan anlatımların hepsi gerçekte monolog. Bu detayı atlayan ve diyalogları uzun bulan bir seyirci filmden hiç bir şey anlamamış demektir. Yüzmek güzel ama çok ıslak, yazı seviyorum ama çok sıcak demek gibi, susunuz! 
2- Film bütünüyle çok güzel, ne eksik ne fazlacılar:
 Bu da yanlış daha doğrusu eksik bir eleştiri olsa gerek. Çünkü Nuri Bilge fazlalık üzerinden eksikliği, eksiklik üzerinden fazlalığı dile getirmiş. Hem de rastlantısallığa sırtını dayamadan. Paraların yakıldığı sahne ne kadar banal mesela. Ancak kadının parayı getirmesi de banal zaten. Tam bir insanlık, insan olma, nasıl insan olurluk klişesi. Ve hayatın içinde "iyilik" adı altında kendi egomuza başkalarının felaketleriyle 33 çektirdiğimizin anlatıldığı bu sekans, ancak aynı bayağılıkla tokatlanabilir. Tokatlanmış da. Siz de susunuz!
 3- Film gereksiz uzun ve sıkıcı abiciler: 
Şöyle söyliyim; uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Hatta film 5 saat olsaydı daha da iyi olurdu sanki. Mesela Bir Zamanlar Anadolu'da, filme fazladan bir katkısı olmadığı halde, gereksiz yere uzun. Ama Kış Uykusu öyle değil; film bitecek ve o hazdan uyanacak diye korkuyor insan. Film izleyicisini bulmuş ise, kesinlikle filmini bulmuş bir izleyici de vardır elbet. Bu sebeple bana kısa geldi. Ay hele siz hiç konuşmayın!
 4- Film ne anlatıyo belli değilciler: 
İnsanın yalnızlığı, yamyamlığı, egosantrizmi üzerine sade bir manifesto, hepsi bu. Her iyilikte yaşatacak bir kötülük, bunla yüzleştiğimiz anda da her kötülükte yaşatacak bir iyilik buluyoruz ya, bu bizi iyi ya da kötü, karakterli ya da karaktersiz yapıyor hani, içindeyken tespit edemediğimiz bu durumu tespit edip zihnimize çakmak istemiş Nuri Nilge. Bu noktadan bakıldığında her bireyin, eğitimine, yaşadığı coğrafyaya, aile terbiyesine bakılmazsızın kendi davasında haklı olduğu görülür. O halde seri katiller de haklıdır.  O halde zulmedenler, hırsızlar, yamyamlar da haklıdır. Tarih, insanın oportünistliği, komformistliği üzerinden kıçından uydurduğu değerlere sıkı sıkı tutunup, sonrasında aynı değerleri aşağılamalarıyla dolu değil midir? O halde ortak doğrudan nasıl bahsedilir? Ortak doğrudan bahsedilemez ise insanların kendi haklılıkları üzerinde bu kadar tepinmelerinin ne anlamı vardır? Anlamı şurda aramak belki uygun olacaktır: Her yaptığımız iyilik, fedakarlık, diğerinin yararınaymış gibi görünen tüm söylemler gerçekte bir varlık kavgasıdır. Diğeriyle ikincil olarak ilintilidir. Bunun altında insanın kendini onaylamak, beğenmek adına başkalarını kullanmasının dışında ne yatıyor olabilir? Burda aşağılanan cehaletin, bayağılığın, sıradanlığın  sadece bir kaç basamak üstte durmak, farklı olmak adına kullanıldığını görmezden gelmek olmaz. Nihal'e göre daha üst kültürün parçası olan Aydın, Necla tarafından bir iki basamak yukardan aşağılanmaktadır. Oysa yaptığı, Nihal'in Garip Köyün'den gelen yardıma burun kıvırmasına karşın, okullar için yardım toplamasının kendini kolay yoldan iyi hissetmesinin dışında bir işlevi olmamasından farklı değildir. Her eleştiri öncelikli olarak bir varolmak meselesidir. Ve insanın tutunduğu değerlerin bu kadar oynak olduğu bir yaşamın içinde gerçekte merdiven ve basamaklar yoktur. Talih vardır, rastgelelik vardır ancak insan bunu görmezden gelerek kendi gibi olmayana yönelik yabanıllığıyla yüzleşmeyi bir türlü beceremez. Çünkü bu bir merdiven değil olsa olsa bir çemberdir ve çember sıradanlığı hatırlatır. 
 Siz en azından dürüstsünüz, konuşun ama kısa olsun. 

 5- Felsefe parçalamışçılar: Hayır, buna kesinlikle katılamam. Mesela Reha Erdem'in filmlerini zevkle izlememe rağmen, bir süre sonra yorucu bulduğum bir şeydir bu felsefe parçalama. Fazla altyazı veriyor diyorum ben buna. Kış Uykusunda ise bu diyaloglar (monologlar) felsefe parçalamak adına değil, felsefi olarak bıdıbıdı ederken, her iki kutubun fikirlerine yamanmışken dahi, bir varoluş sorunsalını, bunun çaresizliğini vurgulamak adına kullanılmış. Yani, bir öncekini yerle bir eden her felsefe, gerçekte bir öncekinin bir öncekine yaptığından fazla bir katkı sağlamıyordur hayata. Sadece sorunlarımızın şekli değişiyordur. Ancak bunun varoluş sorunsalına nihai bir çözüm getirmediği de açıktır. Bu noktada tırnak içinde entelektüelliğin bir eleştirisini de görüyoruz. Kendimizi daha iyi ve daha değerli hissetmek dışında ne anlamı olabilir ki bilginin? Neye göre daha değerli sorusu, diğerlerine göre diye cevaplandığı sürece, sahip olduklarımızın, edindiklerimizin göz rengimizden ne farkı var ki? Böyle bi çırpınma değil mi hepimizin sevilme, onay görme, benimsenme, beğenilme meselesi. Referansı insan olan bir iyiliğe,  güzelliğe,  estetiğe, kavramlara, dinamiklere hangi aklı başındalık sırtını dayar ki? Ancak dayıyoruz işte. Bütün bu karmaşa ve kavgaya yol açan insanların varoğluvarlığı, sanki tanrı tarafından önümüze konulmuş belli kriterler varmışçasına yüzyıllardır teneke çalarken, vardığımız nokta sadece hiçliktir. Bu bile bir tanrı olmadığının kanıtı, ancak öyle olsa bile bunun bi işimize yaramayacağının da kanıtıdır. Yani biz, insan olarak çağlara, milletlere, ideolojilere, dillere göre çeşitli türlere değil, sadece ikiye ayrılırız: Bu hiçliğin dehşetine adapte olanlar, bu hiçliği unutmak için depar atanlar. Lakin bu ayrılık, aslında herkesin ama herkesin gerçeği bildiği noktasında gelir birleşir. Hala etikten söz ediyor olma sebebimiz budur. Hala ve hala varolduğunu varsaydığımız o ortak doğrunun etrafında toplaşmamızın sebebi de tam olarak "yok aslında birbirimizden farkımızı" gayet iyi bildiğimizdendir. Ancak bunu hayata geçirecek cesaretimiz yoktur. Çünkü sıradanlık bize rastgeleliği, rastgelelik de ölümü hatırlatır. Farklılık için çırpınır dururuz. Bu sebeple bunu hayata geçiren insanlara sanatçı der, hayranlık duyarız; felsefecileri baş tacı yaparız. Yoksa hiç bir dinamiğinden faydalanmadığı bir şeyi niye sever, niye takdir eder insan. Çünkü insanlar, şu an için şartlar gereği yapamadıklarını düşündükleri, ancak bir gün mutlaka yapacaklarına inandıkları bir amaca, bir ideale inanmak zorundadır. Felsefe ve sanat bu insanların insanlıktan emekli olacakları günün ikramiyesidir, yazlığıdır, marangoz atölyesidir ve çoğunlukla hayata geçmez.
Dolayısı ile bu gruptakiler; oturun sıfır!

6- Film çok güzeldi abi, niye diye sormacılar: En çok bunlara üzülmek lazım. Filmi beğenme nedenleri benim ve benim gibi bi takım meczupların monolog diye tanımladığı diyaloglardır muhtemel. O diyaloglardaki samimiyete takılmışlardır. Hayatı naylon poşet içinde yaşamaktan bunalmışlardır. Boş konuşmalardan daralmışlardır. Samimiyete özlem duymaktadırlar. Ve yine muhtemel, rakı içince dağıtır bu abiler, ablalar.
 Kıyamam ya, siz bol konuşun, hakkınızdır.


    Hülasa; film unutulmazlar arasına girecek kadar güçlü bi film olmasa da, insanı olduğu gibiliğiyle anlatmayı başarmış nadir projelerden denebilir, denmelidir. Sıkılmak mı; valla o hayatı nasıl yaşadığınıza bağlı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder